SEVGİLİ ARKADAŞLAR, BUGÜN 1971 NURHAK KATLİAMININ YILDÖNÜMÜ
Daha önce yazmıştım, çok zor da olsa, yitirdiğim yoldaşlarıma, arkadaşlarıma ilişkin anılarımı yazmayı sürdüreceğim.
Benim yazdıklarımı okuyan bazı arkadaşlar, ”Dönemin eleştirisini, öz-eleştirisini yazmayacak mısın?” diye soruyorlar. Ben aradan yarım asır geçtikten sonra yoldaşlarımın hümanizmasını, dostluklarını, kardeşliklerini, paylaşmacılığını, kısacası insanlıklarını yazmak istiyorum. Ben onlara yüreğimin sesi ve gözüyle bakmaya çalışıyorum. Onların insanlığı anlaşılırsa, dönemin devrimciliği de daha iyi anlaşılır, diye düşünüyorum.
Yoldaşlarım kısa ve onurlu yaşamlarında, yiğitliğin, kahramanlığın destanını yaşamları ve eylemleriyle bizzat kendileri yazdılar zaten; onları putlaştırmak, sıradan övgüler düzmek yerine birlikte yaşadıklarımızı anlatırsam, süreci de daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.
Sinan’ın annesi Nazife Cemgil Üniversite yıllarından bu yana hep sosyalist mücadelenin içinde yer almış yiğit bir anaydı. Oğlunun cenazesini almaya gittiğinde çevresine toplanmış köylü kadınlara özet olarak şunları söylemişti:
”Bu oğlum Sinan… Bunlar da onun arkadaşları, kardeşleri (Kadir, Alparslan)… Onlar da oğullarım benim… Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekalı birer güzel insandı. Dileselerdi, düzenin adamı olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı, birer milyoner olurlardı. Sizin sorunlarınızı omuzladılar. Size yalan söylüyorlar, onlar eşkiya değildi… Sinan Hocam’ın cesedinin üstündeki kurşun yaralarını saymaya çalışıyorum.”
İstanbul ekibinin İstanbul, Menekşe’de tuttuğu bir evdeki son günümüz. Cihan ve Tayfur motosikletle yola çıktı. Ben de yarın uçakla Erzurum’a oradan Malatya’ya gideceğim ve buluşup onları dağa götüreceğim. Evde iki de kadın yoldaşımız var. Artık dağılma zamanı geldi. Son çaylarımızı içerken radyodan öğle haberlerini dinliyoruz. Duyduklarımız bomba gibi düşüyor aramıza:
GÖLBAŞI’NDA ÇATIŞMA… SİNAN-ALP-KADİR ÖLDÜRÜLMÜŞ… YALÇINER YARALI, HACI TONAK SAĞ ELE GEÇİRİLMİŞ
Kendimizi acılara, ölümlere hazırlayarak yola çıkmıştık sözde…
Korkunç dağlanıyor gencecik yüreklerimiz. Şaşkınız, konuşan yok, ağlayan da… Dağılıyoruz. Gece döküntü bir otelde kalıyorum. Cihanlar yolda. Sabah erken Tarlabaşı’ndaki Türk Hava Yolları bürosundayım. Yine de gitmeli, Cihanları dağa götürmeliyim.
Bir simit ve çay alıp beklemeye başlıyorum. Kambur bir gazeteci bağırıp çağırmadan gazete satıyor. tüm gazetelerden birer tane alıyorum…Bir dakika geçmeden yokuştan bağırıp çağırarak, gazete satmaya çalışan çocuklar fırlıyor. Çığlık çığlığa bağırıyorlar:
”Öldürülen anarşikleri yazıyooor! Eve sıkıştırılan şehir eşkiyalarını yazıyor… Yakalanan anarşikleri yazıyor… Yakalanan anarşikleri yazıyor… Öldürülenleri yazıyoor, ölümleri yazıyooor, öldürülenler, ölüm, ölüm”
Başka hiç bir sözcük çıkmıyor ağızlarından. Böylesine yoğun haberleri veren gazeteleri okumadın bugüne değin. Tüm gazetelerin birinci sayfalarında koca koca resimler ve ölüler var. Her biri teker teker ve birlikte benim bir parçam olan ölüler. Daha çok ölüm haberi verebilmek için sayfa adedini çoğaltmış gazeteler. Acının, zulmün, canhıraş feryatların ticaretini yapmak için birbirleriyle yarışıyorlar.
Yazılanları okuyamıyorum. Sadece resimle bakıyorum. Tümünün vücudu delik deşik… Oysa daha dün, “Kırk atlı akınlarda çocuklar gibi şendik.” Türküler söylüyorduk birlikte. Karların üstünde güreşiyor, şakalaşıyor, son kalan yufka ekmeğini lokma lokma paylaşıyorduk.
Sinan hocamın üstünde bir tek külot bırakmışlar. Delik deşik olmuş o güzelim erkek fiziği. Kurşun yaralarını saymaya çalışıyorum. O kadar net gözüküyor ki delikler… Mahir Çayan’la Hüseyin Cevahir’in de resimleri var. Mahir öldürülmüş, Cevahir yaralı… (Önce böyle yazmıştı gazeteler ama ölen Hüseyin, yaralı ise Mahir’miş) Felaketin resimleri bu kadar da değildi; belleğimden hiç silinmeyecek olan bir resim daha vardı: Cihan ve Tayfur’un resimleri. Her ikisinin de elleri, ayakları bağlı. Elbiseleri paramparça, yüzleri kan içinde… Onlar da yakalanmış…
Artık gitmeme gerek yok. Dağ ekibinin kalanlarını bulmam olanaksız. Kalabalıklar içinde tek başıma kalıyorum İstanbul’da. Yine de bizim ekipten yakalanmayanlar var. Bir bağlantı kurmaya çalışmalıyım. Oturup kalktığım her yerde öldürülen yoldaşlarım canlanıyor gözümde. Cibo Mağarası’nın önüne çıkmışız. Her bir yan kar. Sinan bağdaş kuruyor, makinalı tüfeğini ayaklarının arasına sıkıştırıp Ahmet Arif’ten şiirler okuyor bize. “Dağlarının, dağlarının ardı,” diye başlıyor konsere… Sonra… Sonra çok iyi bildiğimiz, uzun yıllar birlikte yaşadığımız, sokaklarında gazete satıp, piyasa yaptığımız, mütevazi meyhanelerinde kafa çektiğimiz, kol kola girip coşkulu yürüyüşler yaptığımız, “frukolardan” dayak yediğimiz, faşoları kovaladığımız, mahkemelerde birlikte yargılandığımız, sinemalarına, tiyatrolarına birlikte gittiğimiz Ankara’yı anlatmaya başlıyor.
“Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara…” Ahmed Arif’in tüm şiirlerini ezbere bilirdin değil mi? Dağbaşlarında türküler de söylerdik elbette, kısık sesle… Sen en çok ” Ah bir ateş ver, cıgaramı yakayım…” türküsünü severdin. ODTÜ’te, sizin evde en çok Ruhi Su’yu dinlerdik, sevgili eşin Şirin’de o güzelim sesiyle eşlik ederdi türkülere…
***
Gerçekten gördük mü o çiçeği Kadir? Buzullaşmış karların altında akan incecik bir su… Suyun kenarındaydı, anımsıyor musun? Karları delip çıkmış, anlatılması olanaksız güzellikte bir çiçek…Kırmızıya yakın, eflatun renkli bir çiçek… Öylesine narindi ki koparsak belki de cam gibi parçalanacaktı. Nasıl da şaşırmış, çocuklaşmıştık. Her bir yanımız bembeyaz kar. Gerçekten gördük mü o çiçeği Kadircan. Keşke koparsak, koparıp tüfeklerimizin namlusuna taksaydık. Ama yapamadık…Romantikliğimizin ‘ti’ye alınmasından çekindik. Sadece ikimizin arasında bir sır, bir sevgi çiçeği olarak kaldı bu güzelim çiçek… Doktor ağabeyim bize hep yardımcı olmuştu. Uzun kuyruklu bir Amerikan arabası var. Ankara’dan tanıdığımız ‘proleter şöför’ arabayı kullanıyor. Alparslanı dağa getireceğim. Malatya’da bir dağ başında arabadan iniyoruz. Kulağımın dibinde fısıldıyordun:
“- Burası olduğundan eminsin değil mi Ato?“
– Eminim yoldaş. Memo dayının evi şu kayaların hemen dibindedir.“
Bir daha hiç soru sormuyorsun… Eve geldiğimizde küçük bir ışık vardı. Bizim geleceğimizi bildikleri için köpeklerini sanırım başka bir yere götürmüşler. Sessizce yaklaşıp kapıyı tıklatıyoruz. Memo dayı uyumamış, belli ki bizi bekliyor… Tüm ev halkı ayaklanıyor. Su ısıtanlar, çay demleyenler, yemek yapanlar. Sen utangaçça: ‘Zahmet etmenize gerek yoktu; inanın yolda yedik,“ diye onları ikna etmeye çalışıyorsun…“ Günlerdir ikimiz de böyle deliksiz bir uyku uyumamıştık değil mi Alp? Altımızda tertemiz yataklar, etrafta nöbet tutan evin gençleri… Oysa sana kalsa evde hiç kalmadan yola çıkıp yoldaşların yanına dağa gitmeliydik…
Biliyor musun Alp, ne El-Fetih kamplarında ne de Diyarbakır cezaevinde senin bir tek özel isteğin olduğunu duymamıştım. Çok sinirlenince bıyıklarını sıvazlamanın dışında ağzından kötü bir söz çıktığını da… Feth’de en çok seni götürürlerdi gece devriyelerine. Fetih’lilerin dediklerine göre en iyi savaşçılardan, en iyi nişancılardan birisi olmuştun. Hep seni anlatırlardı överek, sen ise sorduğumuzda gülümserdin sadece.
Sevgili Sinan; ne zaman seni düşünsem aklıma hep birlikte yaşadığımız hoş anılar geliyor. Şimdi sen bunları okuyunca, biliyorum alt dudağını hafifçe çarpıtıp gülerek:
“Yahu Ato yazacak başka bir şey yok mu?“ diye bana kızacaksın. Ama olsun,yaşadığımız güzellikleri, başkalarıyla paylaşmak bizim felsefemiz değil miydi? ABD Dışişleri Bakanı’nın geleceğini duyunca, Esenboğa Havaalanı’na gelmiştik, ortalıkta dolaşıyoruz. Ara sıra bir uçağın inip kalktığı havaalanının kalabalık olmadığı yıllar. Yüz-yüzelli kişi ortalıkta dolaşıyoruz. Yolcu olmadığımız belli. Alana doldurulmuş “frukolar“ (altmışlı yıllarda toplum polisine taktığımız ad) bir şey yapmadığımız için ses çıkarmıyorlar. Biz böyle aylak aylak ortalıkta dolaşırken, aramıza birkaç öğrenci! Daha karışıyor. Gençler ama takım elbise, pardösü var üstlerinde sivil polis oldukları kabak gibi belli. İki kişi bir araya gelip konuşsa yaklaşıp dinlemeye çalışıyorlar.
Sevgili Sinan kulağımıza fısıldıyor: “ Bu sivil polisleri rezil etmenin bir yolunu buldum,“ Biraz sonra Sinan’ın işaretiyle oyun başlıyor. Sayıları beş-altı olan sivil polislerin etrafında halka olup parmaklarımızla onları işaret ediyoruz. Frukolar da, sivil polisler de şaşırıp kalıyor. Ne yana dönseler kendilerine uzanmış parmakları gören sivil polisler biraz sonra ortalıktan kayboluyor. Biz ise onlar gidince kahkahalarla gülmeye başlıyoruz. Ama o gün, hevesimiz kursağımızda kaldı. Gelen giden olmadı, ya biz istihbaratı yanlış almıştık, ya da bizler alana dolunca Bakan’ı başka bir havaalanına indirmişlerdi. Sevgili Sinan o kadar çok, o kadar çok güzel günleri paylaştık seninle. Evlerinize ilk geldiğim günü anımsıyor musun? Apartmanların arasında bahçe içinde eski kagir binayı görünce: “Eve bak bu kadar beton binanın arasında amma da direnmiş,“ dediğimde “Direniriz Ato, direniriz, bizim ailenin yaşantısı hep direnmekle geçti. Gördüğün direnen ev de bizim evimiz“ demiştin.
Cibo’nun mağarasının önündeyiz. Ben biraz sonra aranızdan ayrılıp Cihan’ı getirmek için İstanbul’a gideceğim. Hava soğuk ama güneşli. Mağaranın önüne çıkıp vedalaşırken Şirin’i ve oğlun Taylan’ı görmemi istemiştin. Ahmet Arif’in tüm şiirlerini ezbere bilirdin değil mi? Bağdaş kurup yoldaşlar etrafına toplanınca o güzelim sesinle okumaya başlamıştın,
“Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretin nazlıdır Ankara…”
Gelemedim yanınıza. Şimdi elimde nalet gazete vücudundaki kurşun deliklerini saymaya çalışıyorum. Yeter, daha fazla yazmayı yüreğim kaldırmıyor.
Ne lanetli bir aydır bu Mayıs ayı benim için…
ATİLLA KESKİN